31 Ekim 2015 Cumartesi

Bana 10 tane aşk şarkısı söyle

Günümüzde müziğin ulaştığı nokta çok enteresan. Elektrik her yerde. Enstrümanlar azalıyor. Bireysel aygıtların sonsuz ses olasılığı yarattığı bir dünya içerisindeyiz. Elbette klasik enstrümanların yerini asla dolduramasalar da bu değişimi kabul etmemiz gerekiyor. Elektronik müzik 80'ler ile birlikte ortalığı salladı ve o dönemde başlatılan bu devrimin etkileri günümüzün sanatçılarına esin kaynağı olmaya devam ediyor. Norveçli Susanne Sundfor bir örneği.
 
Bu akşam 25. Akbank Caz Festivali kapsamında gerçekleşen Susanne Sundfor konseri, şarkıları ve ekibin performansı gerçekten inanılmazdı. İnsanı fantastik diyarlara götüren "Ten Love Songs" albümünü şakıdı kendisi. Aslında Caz Festivali kapsamında olması bana ilginç geldi, art pop, psychedelic ve elektronik müziğin bir arada sunulması gibiydi. Tam olarak hangi türe girebilir emin değilim. 2015 versiyon modern caz sanıyorum.


"Yaptığım müzikte özgürlük hissini yaşamak istedim, içimde karşı konulmaz bir özgürlük arzusu vardı."
 
 
Ve gerçekten hoşuma giden sözleri: "Bugün insanlar duygularını sayılarla ifade etmeye çalışıyor, bu sanki günümüzün dini gibi. Çevremizi saran her şey mükemmellik ile ilgili, sanki robot olmaya çalışıyoruz." Şarkılarında sahici duygular var; karmaşa, masumiyet, acı, sevinç... Kısaca çok beğendik ailecek. :)

Yayoi Kusama'nın Noktaları

Mekanın tüm sınırlarını kaldıran sanatçı Yayoi Kusama'nın annesi küçüklüğünde kendisine resim yapmayı yasaklıyor. "Evlenmeli ve iyi bir ev hanımı olmalısın!" Bugün Japonya'nın en büyük sanatçılarından biri olarak görülen Kusama'nın ilham kaynakları başta korku olmak üzere her türlü takıntı.

 
Yayoi Kusama ve LV işbirliği, 2012






 

29 Ekim 2015 Perşembe

"Kafesteki Kuş" artık özgürdü

Maya Angelou. İsminin tanıdık gelmesinin nedeni, kendisine ait umut ve cesaret verici cümlelere sıklıkla rastlıyor olmamız. Bir arkadaşınızın sosyal medya paylaşımında, bir reklam metninde ya da herhangi bir filmde yer alan bir sahnede geçiyor olabilir. Ancak bu yüzeysellikten çok daha fazlasını hak eden ve ders veren hüzünlü bir hikayeye sahip Maya Angelou.
 
Büyük bir hayat mücadelesi sonrasında toplumuna her ırka özgürlük anlayışını aşılayan Afroamerikan bir aktivist kendisi. Irkçılığa karşı verdiği mücadele, hayat hikayesini anlattığı I know why the caged bird sang ve sayısı 30’u aşan kitapları, şiirleri, şarkıcı, dansçı, senarist ve aktris yanları ile “Fenomen Kadın”. Yakın dostları ve yol arkadaşları olan Martin Luther King ve Malcolm X’i aynı kader sonucu kaybeden, yine de kalemini devirmeyen, büyük zorluklar atlatan,  muazzam güçlü bir şahsiyet.
 
 

1982 yılında, acıyla hatırladığı çocukluk günlerini geçirdiği Stamps kasabasına yaptığı ziyaret sırasında gerçekleştirilen röportajında diyor ki: "Bu şehirde çok canım yandı, dayak yedim. O günlerden sonra, yazmak için elime kalemi aldığımda, onu yaralarımın üzerini kazıyarak iyileştirmek için kullanmam gerekiyordu. (Şiirlerimi şiddetlendirerek) Hala yaralarımla tam olarak yüzleşemiyorum, bir gün yok olacaklarını düşünüyorum. Bu izler çok ciddi, çok derin.. Nefretin gücü de sevginin gücü kadar güçlü.." 7,5 yaşında annesinin sevgilisi tarafından tecavüze uğruyor, olanları açıkladığında adam öldürülüyor. “Sesim bir adamın ölümüne sebep oldu, başkalarını da bu tehlikeye sokmamalıyım, bir daha sesimi çıkartmayacağım.” diyor ve 5 yıl boyunca tek kelime etmiyor. Konuşmadığı dönemde kendisini hayata bağlayan bir büyüğünün bu sözünü asla unutamadığını söyler: “Şiir, insan sesine yazılmış müziktir.” O dönem, Shakespeare'in 29. sonesinden de oldukça etkileniyor. "Ağladım, çünkü benden bahsediyordu. Talihsizdim. Siyahtım. Güneyli bir fakirdim. Erkekler de beni beğenmezdi, çünkü güzel değildim."

Maruz kaldığı ırkçı saldırılar, tek başına üstlenmek zorunda kaldığı ebeveynlik, garsonluk, aşçılık yaparak çocuğunu büyütmesi, fakirlikle mücadelesi, zaman içinde hedeflediği eğitim hayatını gerçekleştirmesi, varlığa kavuşması ve sivil halk mücadelesine ciddi katkı sağlayan bir sembole dönüşmesi. Yaşadığı kişisel devrim inanılır gibi değil.


 
Geçen sene 86 yaşında hayata veda eden Maya’nın hayatını anlatan bir film olmaması tuhaf. Amerika yeni göz bebeği, dünyada hasılat rekorlarını darmaduman edecek James Bond Spectre için 300 milyon $ harcamanın büyük gururuyla etrafta dolaşırken, kendi tarihinin acımasız gerçeklerini açıkça dünyanın gözüne sokmak istemiyor elbette.

Ve Maya der ki; "Biz Tanrı'nın çocuklarıyız. Hepimizin başkalarına/dünyaya sunabileceği bir şeyler var."

Ruhumuza iyi gelen, kalbimizi ısıtan, aklımızı açan sözleri ve attığı adımlar ile Maya Angelou ölümsüzdür.

Kendi adıma inandığım şey; farklı bakış açıları yaratmak için illa bataklıklardan çıkmak, meşakkatler atlatmak gerekmiyor. Bunun bir zihin seviyesi olduğunu düşünüyorum. Yaratıcı kabiliyet, fakirlik ya da zenginlik, özgürlük ya da tutsaklık ile ilişkilendirilemez. Bu kabiliyeti kullanabilen kişi dış dünyadan sadece ilham alır, geri kalanı ile ilgilenmez.
 
R.I.P. Maya

28 Ekim 2015 Çarşamba

Beat Kuşağı

1920’lerde doğan, 2.Dünya Savaşı dönemi üniversite yıllarına denk gelen, her biri iyi eğitimli ve stil sahibi gençlerden oluşan bir şair çetesi olan Beat kuşağı yazarları savaş sonrasında ekonominin tekrar canlanması ile tüketime saldıran insanları ve buna yol açan düzeni sorgulamaya başlar. Kapitalizmin sebep olduğu bu tüketim manyaklığının ve beraberinde getirdiği yasakların insan ruhunu çökerttiğine ve insanın yaratma becerisini ortadan kaldırdığına inanan bir grup genç, bir araya gelerek Beat akımını başlatır. Bu akımın amacı cinsel, düşünsel ve sanatsal özgürlükleri sınırlandıran engelleri ortadan kaldırmaktır.

Beat yazarları daha önce benzeri olmayan cesur, direk ve dışavurumcu bir edebiyat tarzını yarattılar. Eserleri kendi dönemlerinde çoğu kişiye göre yasaklanması gereken çalışmalardı. Kimilerine göre ise ortaya çıkanlar sanat değil sadece gençlerin dikkat çekme çabalarının ürünleriydi. Ancak yarattıkları cesur bakış açısı, kendilerinden sonra gelen genç ve hevesli sanatçıları, müzisyenleri ve yazarları derinden etkiledi ve etkilemeye devam ediyor.

Lucien Carr, Jack Kerouac, Allen Ginsberg ve William Burroughs
Beat Kuşağının yaratıcıları olan Jack Kerouac (On the Road - Tek bir blok kağıda, ara vermeden 3 hafta içerisinde yazarak tamamladığı söyleniyor.), Allen Ginsberg (Howl) ve Lucien Carr Colombia Üniversitesi’nde okudukları yıllarda bir araya gelir. Arkadaşlarına göre daha tecrübeli olan William S. Burroughs (Naked Lunch) da yine kurucular arasındadır. Kısa süre içinde ekibe John Clellon Holmes (The Horn), Neal Cassidy ve Gregory Corso (Gasoline) dahil olur. Özellikle Ginsberg’in "Howl ve Diğer şiirleri" kitabı o yıllarda "kabul gören edebiyat" kavramını epeyce genişletmiştir. İlham kaynaklarından bazıları olan Henry David Thoreau (Beat yazarları tarafından karşıtlık sembolü olarak kullanılmıştır.), Percy Bysshe Shelley, William Blake ve Walt Whitman Beat oluşumunun gelişiminde önemli yerlere sahiptir. Çıkarttıkları tüm eserleri toplumun gözüne sokan Beat yazarları diğer sanatçılara, yazarlara ve müzisyenlere yaratıcılığın kimsenin sınır koyamayacağı bir beceri olduğunu ispat etmiştir. Beat kuşağı yazarları, Elvis Presley, Jim Morrison, Bob Dylan, Andy Warhol gibi dev sanatçılara da esin kaynağı olmuştur.

Ginsberg’in Corso’ya ait Gasoline şiir kitabına yazdığı ön yazının ilk cümlesi inanılmaz;
Bu kitabı bir oyuncak kutusunu açar gibi açın - Open this book as you would a box of toys
Bu yaz William S. Burroughs’a ait Naked Lunch- Çıplak Şölen romanını okudum. Kitabın eleştirilerini okuduktan sonra kitabı elime alırken baya çekindiğimi söyleyebilirim. Uyuşturucunun her türüne, yapılış biçimine, insan bedenindeki ve zihnindeki etkilerine son derece hakim, yazarlığını bir kenara koyup kimyager olarak da nitelendirebileceğimiz bir kişilik kendisi. (Mexico City’de bir barda “Hadi şimdi biraz William Tell” diyerek kafasının üzerindeki elmaya ateş etmek isterken karısını öldüren deli) Tabi denemeleri sonucunda ulaştığı akıl seviyelerinde çıkardığı yazıları baya tuhaf! Çıplak Şölen çok direkt, korkutucu derecede pornografik, vahşi ve rahatsız edici diyebilirim. 50’li, 60’lı yılları bir kenara bırakalım, günümüzde dahi anlaşılabileceğini düşünmüyorum, belki daha zamanı vardır. İleride insanlar dehşet verici derecede yaratıcı bulacaklar, kim bilir. Elbette şu anda da böyle düşünenler var.




U.S. Barefoot Beatnikler, Washington Square Park, Greenwich Village, NYC, 1960'lar
 

27 Ekim 2015 Salı

Manhattan by me

New York City
Büyük Elma

Herkesi kendinden geçirmeye yetecek kadar muazzam bir şehir. 

Şehrin öyle bir aurası var ki, sokaklarında dolanırken, Greenwich Village'de Happy Hour saatine denk gelip bir şeyler içerken, Soho'daki sanat galerilerinde gezinirken, Union Square'de bir kahve molası verirken ya da Central Park'ta doğayla baş başa kaldığında kendini muhteşem hissetmemek mümkün değil. Her yeri anılarla dolup taşıyor. Filmleri, insanları peşinden sürükleyen sanat ve düşünce akımları, devasa sanat merkezleri ve dünyanın her yerinden gelen insanları kucaklayan inanılmaz kültür harmonisi ile bir başyapıt gibi.

NYC'den ilham alarak yaptığım "Manhattan" resmini bugün tamamladım. Bu resmi yaparken suluboya ve kolaj tekniklerini kullandım.

 

 
Resmi tamamlayıp fotoğraflarını çekerken meraklı Paris tabi ki beni yalnız bırakmadı. :)

Önce inan, sonra göreceksin.

Bu bir kitap tanıtımı değildir.
Edebi bir eser ya da yazarın yorumlanması da değildir.
Burada yazdıklarım tamamen gerçektir.
Beni hayallerime adım adım çeken Tanrı'mın işidir.
Bana verilmiş en güzel hediyedir.
 
2005 yılında ilk kez ailemle gittiğim İtalya gezisi sonrasında İtalya'da mutlaka yaşamam gerektiğini hissetmiştim. Bu hissin altında çok bir şey aramamak lazım, İtalya'ya 20 yaşında gidip aşık olmayacak bir genç kız Dünya üzerinde pek yoktur herhalde. :)
 
Döndükten sonra aile dostlarımız aracılığı ile bir kulübe ulaştım. Öğrencileri İtalya'ya dönemsel programlar çerçevesinde eğitimlere gönderiyorlardı. Ancak ne yazık ki o dönemde kısmet olmadı ve bu hayalimi gerçekleştiremedim. Üniversite bitti, mastır bitti. Ne varsa bitti. Amerika'ya gittim. Kanada'da bir süre yaşadım ama aklım hala İtalya'daydı. Daha gitmeden kültürünü, sanatını, şehirlerini ezbere öğrenmiştim. Nasılsa bir gün gidecektim.

"All’ombra delle cattedrali”, olio su tela, 300 x 400, 1983
2009 yılının sonlarında iş arayışına girdim. Amacım elbette iş bulmaktı. Sorgusuz sualsiz ben de sürüye dahil oldum ve o zamanki hayalimi yani uluslararası başarılı bir şirketin bir üyesi olmayı kafaya taktım. Tabi bu "lütuf" gümüş tepside sunulmuyordu. Bu süreçte kendimi geliştirmek adına pek çok kitap okudum. Bir gün yine kitap almak için gittiğim Remzi Kitapevi' nde karşıma "Tanrılar Okulu" diye bir kitap çıktı. Görsel merakımın verdiği dürtü ile üzerinde yer alan resme kitlenerek kitaba yaklaştım.Wainer Vaccari Elime aldım, ilk sayfasında "Bu kitap ebedidir." yazıyor. Kitabı satın aldım ve oradan çıktım. Eve geldim ve merakla kitaba başladım, belki 15 belki 20. sayfadan ötesine gidemedim. Diğer kitapların arasına koydum ve hayatıma devam ettim.
 
İş arayışım sürerken hiç aklımda olmayan bir firma olan Aras Holding ile görüşmeler yapmaya başladım. Bir kaç görüşme sonrasında kendilerinden Pazarlama Yönetici Adayı pozisyonu için teklif aldım. Zaman kıymetliydi, boşa geçirmemem lazımdı, sundukları maaş ta ilk iş için gayet tatmin ediciydi. Başladım. Heyecanlıydım, ilk tam zamanlı işimdi. Hayallerimin işi olmasa da bir adım olarak değerlendirdim. İyi ki de öyle yapmışım. Bana o kadar büyük bir hediye sundu ki, her gün değerli patronları Evrim Aras'a minnetim artarak büyüyor.
 
İşe başladığım hafta şube oryantasyonuna dahil olmam gerektiğini söylediler. İşi daha iyi anlamak için uygulanan bir sistemdi. Evime yakın olan Suadiye şubesinde tam bir hafta boyunca kurye dağıtımını gözlemleyecektim, hatta bizzat ben de yapacaktım. Nasıl yani?? oldum tabi. Prenses kızlardan olmasa da kurye dağıtmak yapmak isteyeceğim bir şey değildi ama bundan da bir şey öğreneceğimdir elbette diye söylendim kendi kendime. Şubeye gittim, abarttığım kadar yorucu ve kötü bir durum yoktu. İlk saat geçti, ben şubede geziyorum. Karşımda bir anda bir kitap standı gördüm. Stand üzerinde yaklaşık 20 tane Tanrılar Okulu kitabı bana bakıyordu, biraz dalga geçer gibi. Gülmeye başladım çünkü çok saçmaydı. Neden bu kitap burada, Suadiye Aras Kargo Şubesi'nde. Ne alakası var?? Sordum, bilen yoktu.
 
Her olayda bir sebep arayan ben tabi ki. :) Eve gelip kitabı tekrar elime aldım. Bu sefer baya okudum, baya baya okudum. Kapıldım gittim. Yazarın ismine baktım. Stefano E. D'Anna ve dedim ki bu adamla tanışmam lazım! Magnetism! Tesadüf???
 
İnternet, Google, Stefano D'Anna; ekonomist ve sosyolog yazar, ESE International Rektörü ve Tanrılar Okulu kitabının yazarı. Mayıs ya da Haziran ayında Koç Üniversite'sine konferans vermeye geliyor. Gözlerim açıldı, işte fırsat! Tanışıp ne yapacağım? Ne diyeceğim bilmiyorum. Ama mutlaka bu konferansa katılmam lazım. Bu adamda bana iyi gelen bir şeyler var. Bir kargo şubesinde kitabın karşıma çıkması kadar alakasız bir şey yaşadıysam, mutlaka var!
 
Gün geldi, konferans için Koç Üniversitesi'ndeyim. Profesör sahnede ve konuşmasına başladı. Ne kadar dikkatle dinlediğimi anlatmam çok zor, sanki daha önce kapalı olan bir alanım açıldı ve ben oraya doğru ilerlemeye başladım gibi hissettim. Konuşması elbette bir kaç dakika geçmişçesine hızlı aktı, gitti. Çıkışta kitaplarını imzalamak için bir köşede kendisi için hazırlanan masada oturmuştu. Ne kadar çok seveni olduğunu görünce bir an şaşırdım, aslında şaşırmadım. Bekledim bekledim. Herkes hızlı hızlı kitabını imzalatıp gidiyordu. Son kişi gidene kadar bekledim. Ben onunla konuşmak istiyordum. "İşte yalnız!" Yanına gittim. Gülümsedim bir süre bakıp, sonra kitabın karşıma çıkış hikayesini anlattım. Kitabının bende yarattığı etkiyi kendisi ile paylaştım. Gülümsedi. Arkasında döndü ve seslendi "Nehir! Please speak with this girl! She is the one why we came here for!" Oracıkta bayıldım içimden. :)
 
Daha sonra öğreniyorum ki, Aras Holding'in vizyoner ve sağduyulu dreamer'ı Evrim Aras profesör ile ortak bir projeye imza atmış. Projenin adı "Visionary Leadership Program" Başta kulağa ekonomi ve yönetimsel bir format gibi gelse de benim şalterlerimi kaldıran yüce bir oluşumun bebeğiydi. Değerli profesörümün hayali olan, beni kendimle buluşturan, cesaretlendiren, gözlerimi açan ve hayatımdaki en kıymetli dostlarımla tanıştıran özenle işlenmiş bir program. Ve şirketim tarafından finanse edilen bir proje.
 
Ofisten kaytardım, VLP'nin son seçmelerindeyim. Yer Ritz Carlton. Muhteşem bir catering, dingin ama canlandıran bir müzik arkada. Herkes o kadar şık ki ve tabi ben de. İlk olarak adayları profesör karşıladı, programı, hayalini anlattı. Bizleri dinledi ve dedi ki; "İkinci bölümde bu projeyi hayata geçirebilmemde bana destek olan sponsorumuz sizlerle tanışacak!" "Nasıl ya??? Patronum! Bravo süper haber! Ben kesin şutingen! Napayım, yapacak bir şey yok. Ne olacaksa olacak şu andan sonra. Zaten kendimi anlatacağım, o beni anlar." dedim. Konuştum. Bana dedi ki; "Sen ailedensin, elbette öncelik sensin." O kadar kıymetli bir insan ki, eşsiz bir anlayışa sahip. Şükür ki şirketine girmişim.
 
Ve Floransa, Ekim 2010.

Sevgili profesörün, Frewingz fikrinin doğmasında ve şu anda yaptığım ruhumu canlandıran pek çok şeyde etkileri çok büyük. Ben de kendi düşüm için ilerliyorum. Çünkü bu dünyaya başkalarına ait düşleri gerçekleştirmek için gelmiş olamayız. :)

İlerleyen zamanlarda Floransa'da yaşadıklarımı ve kitaptan alıntıları da paylaşacağım. Benim gibi kendisinin ilk öğrencilerinden olma şansınız olmasa da tavsiyem Tanrılar Okulu'nu henüz okumadıysanız mutlaka okumanız yönünde.

Prof. Stefano D'Anna

26 Ekim 2015 Pazartesi

Modern zamanlar ve Sokak Sanatı

Bansky başta olmak üzere, günümüz sokak sanatçılarının politik, toplumsal ve kültürel gerçeklerden beslenerek yaptıkları duvar resimleri arasından örnekler ile haftaya başlamak istiyorum. İnanılmaz görünüyorlar, sizce de öyle değil mi? Kendime stencillar tasarlayıp, sprey boyaları elime alıp, boş bir duvar bulmak istiyorum. :) Mutlu ve huzurlu haftalar!

 
 

 
 
 
 
 
 
 
 

Bizde ise, 2012'de Kadıköy'de başlatılan Muralist Duvar Boyama Festivali ile şehrimizin sıva kaplı çirkin cepheli binaları renklenmeye devam ediyor. Ayrıca Karaköy bölgesinde ilginç duvar resimleri ile karşılaşmanız mümkün.

25 Ekim 2015 Pazar

Whaam! Wow! ROY

Roy Lichtenstein, 1960’ların yeni sanat akımının en önemli isimlerinden olan Amerikalı pop artist. Belki ismine yabancıyız ama onu retro çizgi roman kahramanlarını bolca kullandığı eserlerinden gayet iyi tanıyoruz. Resim ve heykellerinde karakterlerinin yüzlerinde kullandığı nokta desenleri, güçlü ve parlak renk kullanımları biraz da sarkastik mesajları orijinalliğinin esasları.

Roy kendi stüdyosunda Washington Street, New York, 1986
 
Nokta desenlerini elde etmek için kullandığı teknik tam bir yaratıcılık eseri 

Whaam, 1963 Tate Müzesi



Drowning Girl, 1963, MoMA 

Oh Jeff I Love You Too But, 1964
 
Roy Lichtenstein eserleri günümüzde herhangi bir anda karşımıza çıkabiliyor.  Bir stil ikonunun giydiği etek üzerinde, dekorasyon parçalarında, sokakta bir duvar üzerine yapılmış grafiti şeklinde ya da cadılar bayramı makyajı olarak.




2012, Sao Paulo, Brezilya

"Brushstrokes" 7th Avenue West 33rd Street, NYC

Los Angeles

Lichtenstein etkisindeki Cadılar Bayramı makyajı

Zaragoza, İspanya
Örneğin, bu yaz yaptığımız Barselona seyahatimizde “El Cap de Barcelona” Türkçesi “Kafa” olan heykeli ile karşılaştık. Lichtenstein sürrealist “Kafa” heykelini, 1992 yılında Barselona’da gerçekleşen yaz olimpiyatları için tasarlamış. Malzeme seçiminde Antoni Gaudi’nin şehrin karakterini oluşturan mozaiklerinden ilham alarak seramiği tercih etmiş.  Şehir ile gerçek bir bütünlük yakalamış.

El Cap de Barcelona, 1992
Sanatının etkilerinin hala sürdürmesi ve nesillere ilham vermesi tam olarak hayal ettiği şey mi bilmiyorum ama günümüzdeki yansımalarını görse gurur duyacağı kesin.  İyi ki cesur davranmış, renkleri cesurca dağıtmış, içindeki coşkuyu resimlerine yansıtmış.

Yaratıcılığı ortaya çıkarmak inanılmaz bir beceri ve emek gerektiriyor bence ama bu hediyeyi yalnızca kendine saklamak, hak ettiği değeri görememesi oldukça üzücü bir durum. Hem eserler, hem de yaratıcılar için. Gizlenen becerinin beceriksizlikten farkı yok ne yazık ki.